8 Şubat 2011 Salı

mustafa YAKIŞIR / Sisteme Sitem


Dolup boşalan zamanların içre anının eşiğidir aranan
Bir kekremsi kelime yapıştı dilime
Ezberimi zamanların koynunda unutup
Sessiz bir senfoniye içinden eşlik edendir adım

Şiirin adı kalır sanı unutulur
Bir güler dağlar bir kükremeye durur
Yalnızlıkla çelik çomak oynarken çocuklar
Sokaktan bir senfoni duyulur

Adım adının üstünde gezindiği kadarım
Çekip içlerini koyup ceplerine bozuk bozuk
Bir para gibi
Elinin kiri
Yok elinin körü, yok yok
Seviyorum seni

Anlaşılan anlaşılmıyor dediklerim
Bir kadın bir erkek oturmuş içime diyorum
Seni söyleşiyorlar
Bir Ortadoğu ezgisi
Bastırıyor senfoniyi
İçimdeki
Çocuk büyüyor saçları sarı
Kim derdi
Gülenle ağlayanın bir emekçinin bir devlet adamının
Yan yana ölümü kucaklayacağı

Her şey bittiğinde
Ölmüştür ölü, ölü kokar
Sistemi nereye çevirsen iki ucu
Değnek sonuna kadar batmış
Ne içimdeki kadın ve erkeğin ne bu şiirin
Ne çelik çomak oynayan çocukların
Ne senfonin ne doğu ezgilerinin
Sistemle bir alakası vardır
Not düşülür not verilir kimbilir neler alınır
Sistem bir gün
Allahın elinde kalır.

25 Kasım 2010 Perşembe

mfa / Senin Yaşamın


I.
YAŞADIĞIN YER KADARSIN…

Popülist kültürle kendini yetiştiren ve özellikle bu kültürsüz kültürle hayatı yaşamayı bir halt sanan kişi mutlaka karşısındaki insana güvenmeyecek ve asla güven salık veremeyecektir.
Duyu eğitimlerini bir kenara itip bu eğitimi dizi senaristlerinin sihirli ellerine bırakan her birey mutlak boşluk yaşayacaktır. Her senarist vermek isteği mesajı görsel alana döküp sahneleme ile kişinin beynine kazıma amaçlısıdır. Kendine özgüveni olmayan ( bunu kazanmak için hiçbir düşünceye bürünmeyen) kişi ve kişiler söz haklarının ellerinden alındığını düşünüp karakter değişimi yaşarlar. Bu karakter değişimi ise sonu olmayan -ya da biraz daha duygusal bir cümle ile- çıkışı gerçekten çok zor olan çetrefilli bir yola girerler. Bu yolda olmalarının yegâne sebebi ise; yaşam süreçlerini kendisi gibi yaratılmış olan bir senaristin parmaklarına bırakmalarıdır. Yani cüz’i iradelerini dahi tabiri caizse karşılıksız satmalarıdır.
Buraya kadar yazdığım her cümle; kişilerin yaşadıkları yer kadar düşünmelerinin bir alt tezahürüdür.
Son yazım ile sözünü etmek istediğim; kişinin kendi hayatına kendinden bir şeyler katamadığı sürece nasıl rahat olabildiği ve bu rahatlığın nasıl kendisine batmadığı meselesidir.
Her şeyini bir başka elin maharetlerine bırakan, her durumunu bir başkasının iki dudağı arasına sıkıştıran, her isteğini bir başkasının gözlerinde görmek isteyen kişi sizce nasıl kendisi olabilir?

II.
YAŞADIĞIN YER KALBİNDİR…

Boşluğun remzidir ön yargılarımız. Her kavgaya kulp bulan şizofren biri için vazgeçilmez sığınaktır. Çünkü; o yaşadığı yer kadar düşünür. Görüntüye bakıp arkasındakini merak etmeyenler, resme dalıp resmin gerisinde “ne var acaba” diye düşünmeyenler, zahire aldanıp batını hissetmeyenler yaşanılan yeri sadece mekânla tasavvur edip cümleyi öylece anlamış olabilirler. Vefakat asıl olan insanın yaşadığı yer kalbidir ve haliyle düşünceleridir.
Kim istemez ki düşüncelerimle yaşayayım kimse bana karışmasın ve ben yalnız öleyim diye… Heyhat ki ne heyhat! Sen bunu başaramazsın çirkin amele. Neden mi? Sen kendini değil başkasını dinliyorsun; çünkü sen kalbinle yaşamıyorsun.
Sorsam sana ey çirkin amele! Başını iki elinin arasına aldığın zaman ( acaba böyle bir durumu yaşadın mı?) ne düşünürsün?
Sana cevap verirler; “ kocaman bir HİÇ”

III.
YERSİZ YAŞAMLAR…

Uzunca bir yolculuğum “ hastayım sana ey hayat!” duvar yazılı bir yolculukta sürüklendi. O kadar dert varken kim düşünmek isterdi ki ; “bu hayatın neresine hasta olmalı?”
Ya hayatın kendisi hastalıklıdır ya da kişi hastadır böyle bir düşünceye sahip olabilmek için…
Hesap etmeden soluk almak hesapsız bir faturayı önümüze koyar. Ne de olsa yersiz bir yaşamın tek sonucudur bu fatura.
Her şey o kadar basit/ her şey o kadar girift/ her şey o kadar sıkıcı ki… Hep muhalif mi kalmak yoksa kimileri gibi sürekli biat edip sorgulamadan mı sürdürmek bu sıkıcılığı…
Ya da ya da… Gibi sürekli ikilemler ve sürekli tereddütler içinde ve -ya daların arasında mı yaşamak istersin sen ey çirkin amele!
Kıymetli dostlar! Keser döner sap döner gün gelir hesap döner hesabınca yaşanmışlıkları bırakalım da olduğumuz gibi olmanın olmalığını yaşayalım. Bugün beni yüzüme öven ne de olsa yarın arkamdan pek de övmeyecek.
Yersiz yaşamlar bu tuzağa basitçe aldanıp kuyuya düşecektir. Kuyudan kendisini bir kervanın kurtarmasını beklerse kendi bilir…
En iyisi yerimizi bilip yaşamaktır ki yersiz kalmayalım…

Muhammed fatih aydın
( mfa ) Kasım 2010

24 Kasım 2010 Çarşamba

mfa / Modern Bulantı


İnsanlık için sessizlik isteyen her birey (eğer toplumu temsil ettiğini düşünüyorsa) sessizliğini bozan en küçük “şey”i dahi göz önünde bulundurmalıdır.
Gerçeğe en yakın olan da insandır gerçeği inkâr etmede üstüne ol(a)mayan da insandır. Hal böyle iken yaşadığımız asrın bulantılarını görmezden gelemeyiz. Hele ki; bu bulantılar bizim sessizliğimizi bozup bizi ahlaki çöküntüye itiyorsa, kendimizi Kaf dağında sanmamızı, her söylediğimizin doğru olduğuna nefsimiz bizi teselli ediyorsa, Mevlana’nın dediği gibi yaşadığımız bulantı hayatın bizim inancımız olduğuna bizi inandırıyorsa işte burada büyük bir sorun vardır.
Bu sorun kendi irademizin değil; bizleri başka iradelerin yönettiği ve yönlendirdiğidir.
Her türlü basın ve yayın organları bu ülkenin gençliğini çalmakta ve ne hazin ki anne-babalar buna seyirci kalmaktadır. Günümüz çocuklarının rol modelleri anne-babaları değil TV de izledikleri (bizim dini, kültürel ve yerel değerlerimizle bağdaşmayan) saçma sapan prototipleridir. Bir bebeğin eğitimi annesinin kendi annesi karnında olduğu zaman başlar. Evet dikkatle okuyun bu cümleyi…
Bu denli önemli olan insanlığın ahlaki durumu uzun bir süreçtir.
Sarıp sarmalayarak kucakladığımız modern dünya bulantıları kendi değerlerimiz, kendi ahlaki ülkülerimiz, kendi örflerimizden daha kıymete biner halde.
İnsan çoklu bir müteşekkildir. Bu muhteşem müteşekkilin en müstesna yeri ise kalptir. Kalbin gıdası ise ister inanın ister bu inancı denemeye tabii tutun sessizliktir. ( inançsızlık en berbat hastalık olsa gerek sözünü dahi etmiyoruz)
Okuduğunuz bir kitabın satırlarında, izlediğiniz kült bir sinema filminin en dram dakikalarında, dinlediğiniz bir musikinin en derin tınısında ve ya siz nerde bulmak isterseniz işte oradadır sessizlik. Bu sessizliği sağlamak ise; zannımca TV’li odanızdan diğer odaya göç etmeniz, evinizde okuyacak kitap yoksa gidip o kitabı almanız ve inadına kalabalığın ortasında okumanızdır.
Çoğunluk basın-yayın organları toplumu kin, nefret, intikam, sevgiden yoksun haller ve aşkın en bayağı haline itip boşluğa sürüklemektedir.
Yaratılışımız, sahip olduğumuz din, yerel değerlerimiz ve köklü kültürümüz; bizi hoşgörüye, saygıya, bağışlamaya, affetmeye ve derin sevgiye yönlendirmişken hergün ana haberlerde ve sürmanşetlerde küf kokan haberleri görmek ne kadar acı…
İnsan küçük bir kâinattır. Bu kâinatı güzelleştirmek insanın ve insanlığın en yegâne vazifesidir.

Ekim 2010 / mfa ( Muhammed Fatih AYDIN)

9 Eylül 2010 Perşembe

MUHAMMED/ Habil ile Kabil








Aslına bakarsak aslımızda bir tezat görür ve bu tezatı ömrümüzün sonuna dek yaşarız. Asıl nedir? Hz. Âdem? Habil ve kabil? Tarafımızı seçmek gerek tarafsızlık –ki hakikat ve hurafede boğulma eğilimine girmeme çabasıdır- en önemli erdemdir.
Toplumumuz genellikle bunu dile getirmese de hep kabilin tarafında olmuştur. Tarafımız hakikat;
Bu veçhe yönelenler kendini kandırma ve kendini ispat edememe durumuna düştükleri için beden ve ruhlarını hakikatte yüzüyorlar sanırlar. Kabil de bir sanrı ile başlamıştı hayatına ta ki saman çöpünü kendine mabet edininceye dek…
Bu sanrıyı tanımada fayda olsa gerek. Yaratıcıya karşı ilk yüz çeviriş ile başlayan kendini beğenme, iman edepten ibarettir sırrına vakıf olamama, cimrilik ( kalbin cimri olması söz konusu), haset ve dünyaya meylediş bu sanrının ilk açık ifadeleridir. Dünyaya, dünya hali nedir sorusunun cevabını değil de dünyada bizim halimiz nedir sorusuna cevap verme bahtiyarlığına erenler Habil ile kabil arası bocalamaya başlayanlardır ve bu durumda umut vardır.
İyi ile kötü, şeytan ile melek, hakikat ve hurafe ve Habil ile kabil mutlak birine yönelinilip bir süreç işlenmek zorundadır. İnanmayın boşuna tv’lerde ve ya uluorta çığırtkanlık yapan ham yobaz kaba softalara… Bir dere düşünelim; bunun tam ortasında akıntıya doğru yüzmek o furyaya meydan okumaktır. Akıntıya kapılmak ise; her ne kadar kendilerini tatmin etseler de( söylediklere cümlelere geceleri kendilerinin dahi inanmadıkları…) burada kaybediş vardır. Burada yoksunluk, burada düşüş, burada kaos ( kaos gazlama anlamına gelir ki kişinin kendi nefsini okşaması söz konudur ve kargaşa) vardır. Burası neresi? Habil ile kabil? Ya da şeytan ile melek?
Hz. Âdem duruşun remzidir. İlk insan; bir yaşantının ve bir yaşamın resmidir. Bakmayın siz altı metrekare odalarında bir gece vakti zamansız ezan okuyanlara. Hele hele bilginim diye beylerin ayağına giden cühelaya…
Habil masumdur. Yeni doğan bir bebek kadar ya da dilinden dualar eksik olmayan yaşlı bir amca kadar… Habil omuzdur; bu uzuv insanı yücelten bir basamak ve insanı insan eden bir anlayıştır. Habil ile kerbelada şehit düşen zulme alkış etmeyen Hz. Hüseyin aynı saftadır.
Durumu biraz daha karmaşık hale getiren düzenbaz düzenciler insanların ahlak algılarını değiştirip odalarının girişindeki sıfatlara sığınırlar. Sular bulanmadan durulmaz… Kendi sularında boğulmalarını istemek hakikat taraftarlığıdır.
Uygun olmayan bir durum varsa yaşantı ve yaşamlarının paralelliğini tutturamayanlardır. Bu ikircikli bir hayatı tercih edip sürekli tereddütlere kucak açmak anlamına gelir.
İnsan zayıftır, insan acelecidir, insan unutandır ve insan hesabı unutmayandır.
Sözlerimizde de ikircikli ifadeler varken kim hangi tarafı tuttuğunu kesin olarak söyleyebilir?

Not: Bu yazının devamı gelecek şöyle ki; bir cevap arayış bir çözüm ışığı bulma umudu ile…

2 Ağustos 2010 Pazartesi

MUHAMMED AYDIN/ ERTELENMİŞ SÜKUTLAR


ERTELENMİŞ SÜKÛTLAR


Rampa tırmanıyorumu yeğlemişken hep mezarlığa
Uzun uzadıya yalan anlatımlarda
Ertelenmiş sükûtlar boğar beni.
Tutkunken eşiklere dudaklar
Eprimiş kumaşa gizlenen benliğe
Soğuk benizden fırlayan söz
Hakikate uzak ney sesi kaybeder beni!

Koca gövdeye barınan ölü tanım
Sürgüne gerisince gittiğinde
Rabbe buruk iblise taraf
Ankaya bir baş eğilmemişken
Bir veli kaybeder beni!


Muhammed AYDIN

NOT: BU ŞİİR 17.GELENEKSEL BALIKESİR/DURSUNBEY SUÇIKTI ŞİİR AKŞAMLARI ŞİİR YAZMA YARIŞMASINDA 1.LİK ELDE ETMİŞTİR.

29 Haziran 2010 Salı

mfa/ SIR


Dün gece seni sordular Cancağızım!
Kıpırdamadı dudaklarım. Lal oldu dilim. Buz tuttu göz kapaklarım. Bir adım ötesini göremedim. Kader miydi bu? Rumi’nin deyimiyle “Kader geldiği an bilgi dağarcığı anında kesilir.”
Rabbim! Oyun olan bu dünyada oyuncak kılma beni.
Dün gece seni sordular Azizim!
Karanlık sema yığıldı omuzlarıma. Mehtap, ışığını vermedi alnıma. Rüzgâr serinliğini çekti bedenimden. Samanyolu hiç durmamıştı o ana dek. Sadece yıldızlardı sırrımı saklayan ve benden emin olan.
Rabbim! Boş olan bu dünyada boşlukta koyma beni.
Dün gece seni sordular Üstadım!
Gece ile başlarken yaşama alt üst ettiler yaşamımı. Dinlenme kılınan sessiz bir gecede sır terlerim düşmesin diye çırpındım. Dokunamadım kalbime; sığmayacaktı avuçlarıma hissedebiliyordum.
Rabbim! Geçici olan bu dünyada amelimle kalıcı eyle beni.

Dün gece seni sordular Hemhalim!
Tutuldu nefesim. Verildi emir; ismim yükseldi sema katlarına. Sandukamda şimdi sırrım. Kefenimde gizli ilmik ilmik dökülen terlerim. Duyabildi isen toprakta yankılandı ismim.
Rabbim! Süslenmiş bu dünyada kendim olmayı nasip et bana.

Dün gece seni sordular Kalbim!
Boynum bükük sağ tarafıma yatmışken kırılmadı hislerim. Parmak uçlarımda bitmişlik titremesi duymadım. Üstümde gezenlere inat çözmedim çehremdeki düğümü. Bir çocuğun gözlerinde gördüm kıyameti.
Rabbim! Tatmin olunamayan bu dünyada aç eyleme beni.
Dün gece seni sordular Ruhum!
Efendi’mden(cc) bir emirdir diye çağlara haykırdım. Güneşin dürüldüğü, dağların yürütüldüğü, denizlerin kaynatıldığı, cehennemim alevlendirildiği, cennetin yaklaştırıldığı zaman seni kimselere vermedim ruhum.
Âdem ile Havva nın buluştuğu tepede büründüm örtüme. Her canlının kendi derdine düştüğü anda köşe bucak saklayacak yer aradım senin için. Ruhların eşleştirildiğinden haberi olup da her şeyin apaçık ortada olduğunu kestiremeyen zavallı akıl. Sen, ilk günahımı işlediğimde saklayamadığım yerdesin. Rabbim! Kuytu köşelerde unutulan ruhlardan uzak tut beni.

Dün gece sırrımı sordular. Yıldızlara döndüm tereddütsüzce… Uzun bir yolculuğa çıkarcasına… Her kendisine hikmet verilenden sırrı sordum…
Havva âdeme yaklaşırken, nefsine ilişip sırrın ilk harfini sordum ona. Âdem ilk günahla tanıştığında masumiyeti anlat dedim bana. Kabil ilk kanı akıtmadan, Habil e seslendim uçurumun kenarında. İkinci devir başlamadan dev dalgaların arasında; sırrı fısılda diye gittim Hz. Nuh un yanına. Putlar balta ile yok edildiğinde Hz. İbrahim’ in ilah sorgusundaydım. Keskin bıçağın ucundaydım Hz. İsmail’den sadakatteki sırrı beklerken. Hz. Yakup’un gözyaşlarında boğuldum. Kıskanç kardeşlerin hasedinden sıyrılıp Kenan ilinde uzlete çekildim. Züleyha tutulmuşken bir tutkuya arındırdım kendimi mecazdan. Hz. Yusuf’a zindanında yorum hakkı verilmişken; sırrın tanımını yap dedim haberci gelmeden. Belkıs şaşkınlıktan eteğini toplarken, billur bahçenin içinde sırrı merak ettim. Kavmi sapıtmışken, Hz. Lut’ un yanında bir sesin sırrı nasıl sakladığına şahit oldum. Hz. Musa ile çölde kırk yıl Hızır’a hazırlandım. Münzeviliğin en doruğunda bir balığın karnında Hz. Yunus ile sırrı aramaya koyuldum. Bilgisizce sorulan sorulardan kurtulup Hz. Salih’in rahlesine koştum. Firavunun yanında Hz. Şuayb’den yana olup “sır sende al beni yanına” dedim. Hz. Eyüp kıvranırken elemli imtihan ile yalvardım Allaha “sırrı bir suda sakla” diye. Yükselmeden Hz. İsa’nın ruhu; tut elimden sırrı ver dedim. Nil nehri yarılmadan Hz. Musa’nın asasıydım. Hızır ile birlikte seyahat ettim uzaklara. Sırrı sen bilirsin bana sırını söyle. Efendim(sav) Sen hicret ederken sadık bir dost ile adımlarınızda aradım hakikati. Bir hüzün gecesi yükselirken Rahmana kapına araladım hislerimi. Kavuşurken Sevgiline Sen öğrendim dile geldim:
“Açmadan huzur boşluğunu aç sırrın kapılarını diye söylendim.”

Dün gece seni sordular Hemhalim /İsmimde gizlidir halim
Ne şüphe ne gam ne sevinç /Hayatta ne varsa /Benim halim.

MFA

24 Mart 2010 Çarşamba

mfa/ çaresizlik tahayyülü




Tanrıya suskunca yol alışımda
Kıvrılıp en tenhasında gecenin
Buhurlu kubbenin kaygısında
Neden karlı gecelerde O’na yaklaşıyorum?

Mfa Mart 2010

11 Şubat 2010 Perşembe

mfa/ ZİYADELEŞEMEDİM TANRIMA




Çığlığımın duygusuzluğunu duy
Ki hayatımın kan tutarı ortada
Kahırlı ön cephelerin karanlığını anla
Duy beni ağaran şafak öncesi…
İz aralığında kaybolmuş gönlümü aç
İrkiliş halimin geri çağrısını
Serzenişteki bedenimin üşümesini ört
Ki ben kayboluyorum bu sızıda…

Kırık dalın sesidir incinmem
Ziyadeleşemedim Tanrıma…

Şubat 2010 / Muhammed AYDIN

27 Ocak 2010 Çarşamba

MUSTAFA YAKIŞIR




Beni bu intihar teşebbüsünde diri tut
Diri tut yalnızlıktan yontulmuş ıslığımı...

16 Ocak 2010 Cumartesi

mfa/ KOŞUŞTURMACI ALDATMALAR





I.
Gözlerimi kimseye iliştirmezken/ sen kapalı bir odanın ardında/ sesimi arıyordun/ affedilmeyi ummadan
İsmime adınla söylendiğim/ birçok vazgeçişte tebessümünle/ yine de korktuğunu sanrı hale getiren/ duamın en güzel hali
Def olunmanın farkındayım / ağız dolusu hayrete nazar / arza hâkim ayak gitti / kan kusarken tam ortasında yaşamın
En basit anlatımların / seni anlatamayacağı/ bilinmiyor ya / aşkın gerçekliği
Elifin arayışında filizlenen/ tasmaların içinde incelen boynum/ tarifsizliğin tarifi mi nedir / sürgünce bir hayattan kalan
Aşk sarhoşuyum/ sarhoşluğun ötesi ayılamayan/ öyle bir sevdim ki/ tanınmaz oldu ruhum
Ardıma bakmadan Yağmura adımladım/ yalvardım yalvarışımı abarttım/ istedim istedikçe yok oldum/ duamın en güzel haline
Biliyorum her şeyi/ saf yalanları/ koşuşturmacı aldatmaları/ kabulü öğreniyorum Yağmura rağmen
Sadakatimi sözlüyorum sana / yaşamın acısı yıkılmadan üstüme/ tereddütlere mahal vermeden/ Yağmursuz geçen günlerime adını gözlüyorum
Tanrının yaratış harikası/ sana baktığımda beni gör/ bize baktığında O nu anla/ O nun izni ile senin aşkına dâhilim
Sevgi teraziye sığmaz / anlamak istersen yine de/ mısralarıma bak/ göz ucunu değdirmeden yangınlarıma

II.
Son noktasındayız hayatın/ Karanlığın en zifirinden/ Güneşe gidiyoruz
Kim bilir / kaderin üstünde de bir kader var
Anlamak istersen yine de/ mısralarıma bak/ göz ucunu değdirmeden yangılarıma…

MFA / Aralık 09

6 Aralık 2009 Pazar

mfa/ MOLODRAM


Yalnızlığımla oyalamayın beni
Bir terkedilmişliği yeğliyorum şimdi…
Sahip olamayacağımı bildiklerimi istemiyorum
İstemek fiilinden geçtim kapısından adım dahi atmıyorum…
Yumuşatılmış öğütler peşinde değilim asla
Her bir var oluşun aslında yok olacağını biliyorum…
Gösteriş yaptığını bilip de gösteri peşindeki hayatlar
Büyük sahne kurulduğunda hangi oyunu sahnelersiniz ki…
Kimliğini yaşamının önünde tutup da sus kesilip
Bir ömür boyu aslından uzak
Fersah fersah amber kokan diyardan…

Bir türlü dengeyi tutturamayan yolcu
Mefistonun kıskacında bertaraf edilmiş bir hayat…
Gölgesinden korkarak sığınacak yer arayan
Cahiliyetin en doruğunda
Mefistonun kıskacında…


Derinin üstünde öğüt yargısındaki bakış
Her bir vuruşta sessiz hüküm
Ölüm suyundan bir yudum da sen iç
Geçivermişliğin farkında
Duanın yırtıcı pençesindeki hayat…


Sarkacımda saklı
Bir kalenin anahtarı şimdi…


Bizimki dediğimiz onca başlık
Teranesinde kürenin bilmem hangi köşesinde
Çocukluğumda gördüm yalan hayalleri
Uzun boylu gölgelerden çekince bedenimi
Sarkıtmadım boynumu hiçbir trenin penceresinden…

Düşlerimde gizli şimdi
Bir okyanusun sırrı…

Omzumda ayağı Bistami’ nin
Hasan-i Basri ‘den gelen uzun soluk
Bağdat’a giderken koynunda rüzgârın
Tepelenirken sol yan
Doruğunda hazzın…

Acık ve his
Ne hazin Azizim!
Uğraşılası bir hayat
Ulaşılası bir ebed…



MUHAMMED f. aydın
Temmuz 09

26 Kasım 2009 Perşembe

mfa/ kurban



Sessiz bir sabahın ardından
Sır gibi insanlar ayakta
Telaşlı bir sızı var yüreklerde
Bilinmiyor işte, kimse bilemiyor bu sızıyı.

Yaratan demişti ya hani şöyle :
“ Sadece benim rızam için her şey bugün”
Bilinmeyen belki de bu idi.
Yakınlaşma günü bugün ve her gün
Uzaklara hatta ta ötelere yakın olmak için..

Rahmet yağmurları tılsımları ile
Rabbin şu fermanına namzet der :
“Ortak koşanlardan olma ve Bana yönel”
Amacıdır çünkü Yaratanın ulaşmasını ister
Sadece kendisine bağlılığın ve itaatin.

Kan değil istenen
İbrahimi bir sadakat ömürde
İsmailce bir tavır
Ve
Muhammedi bir ruh
Tüm ümmete

Aralık 2008
mfa

17 Kasım 2009 Salı

ömer yusuf CAN / yaşama hakkı


Bu yazıyı “yaşamak güzel” diyen kadim dostum mfa ya ithaf ediyorum…


YAŞAMA HAKKI


Günlerden pazartesi haftanın en yoğun günü. Oturup biraz kendinizi dinlediğinizde hayat bütün argümanları ile üzerinize abanmaya kalkışır. Üstelik günlerden pazartesi malum haftanın en yoğun günü. Başınızı yukarılara taa yukarılara gökyüzüne kaldırdığınızda yoğun yağmurlarla yıkanır gider düşüncelerden tarumar olmuş benliğiniz. Bir yaşama hakkı saklıdır avuçlarınızda avuçlarınızı açıverseniz düşürüvereceksinizdir bu hakkınızı. Dönen dünyaya inat ayaklarınızı sabitleme çabasıyla geçer ömür yani bu bir kişilik taramasıdır. Nerde durduğunuz, hangi balkondan dünyayı seyrettiğiniz hangi kameraya gülümsediğinizle alakalıdır. Yaşamak nefes alıp vermelerin bittiğinde bitmez sadece üzerinize atılan birkaç kürek bu hakkı elinizden almış olmaz yalnızca bunun da ötesinde bunun çok çok ötesinde bir anlamı vardır.
Bugün yaşamla yaşanmamışlık arasında ki ince zarif bir çizgiyi seyrettim hastane koridorlarında. Yaradan sizi bir yerden alıp bir yerlere götürürken bir şeyler belletiyor sizi yoğuruyor yontuyor siz bir şeye dönüşüyorsunuz bu bir şey her insanda farklı tezahür ediyor. Allah bugün benden yaşama hakkını elinde bulundurmaya çalışan bir emekçi heykeli yarattı. La ilahe illallah’la bitirdiğimizde ezanı dedim ki kulağına eğilerek Muhammed’e ( hastanede kulağına ezan okuduğum çocuk) bunla bitmedi Muhammed bununla başlıyor hayat, hayatın bir ezan sesi gibi hoş ve zarif olsun. Biliyorum sana bağlı değildi dünyaya gelmek. Allahın sana verdiği bu yaşam hakkını kimseye verme. Küçücük avuçlarını açmaya zorlarlar seni açma yoksa düşürüverirsin bu hakkını… Değil mi ki bir ömür ancak bir kere sahneye koyulabiliyor. Prova yok Muhammed prova yok…

Mustafa YAKIŞIR
16 Kasım 09

8 Kasım 2009 Pazar

mfa/ bir portre














Gözlerini kan bürümüş bir adamın hikayesi bu
Silahı belinde, aklı ayakları altında…

Her şey bir Perşembe akşamı başlamıştı. Hem mutlu olup hem nefret dolu olmanın ikilemlerini yaşıyordu o akşam. Reddedilmenin bunalımlarını yaşamış olması ve aklını ayaklarının altına alması o gece başlamıştı.
Uzun yıllar önceydi ve bugün bu derece şiddetle dolu olması kaçınılmaz bir gerçekti. Evinin orta noktasında yanındaki dostunu göremeyecek kadar gözlerini kan bürümüştü. Duvarlar gözlerinde gelgit yaptıkça o çıldırıyor ve yarın yapacağı katliamın hesaplarını yapıyordu.
Bunu bilen tek fani bendim. Evin orta noktasında yarınki cani bile bilmiyordu bu faniyi…
Temizlenmekti kendine göre amacı. Bütün pislikleri bütün yok edilmesi gerekenleri yok etmekti amacı. Kendisini temizlememiş birisinin, böyle amaçlarının olması ilginçti. Fakat gerçek şu ki; kendisi ilginç ötesiydi. Evin orta noktasından kalkamıyor sanki bir el onu orada tutuyordu. Bir işaretti belki bu; fakat onun gözlerini kan bürümüştü, ne işaret görebilirdi ne de bir dost. Sonra gözleri duvardaki bir tabloya takıldı. Anlama çabalarının ötesindeydi tablo… “Hayat verenin kulu” yazıyordu etrafı süslerle çevrili hat yazısı tabloda. Dönüm noktasıydı onun için bu. Vazgeçmeliydi…Gözlerinden birkaç damla gözyaşı damladığında daha da kin doldu içine. Vazgeçmeliydi…Başını yere eğdiğinde hayat vereni görmeliydi…Kendisi hayat almamalıydı… Vazgeçmeliydi…Hayat verenin kulu olmalıydı…

Artık geri dönüşü yok, geceyi saniyelere bölüyor ve
Saniyeler içinde hesaplar yapıyordu. Tek amacı vardı: Kendine göre temizlenmek…Planlar,krokiler,cinayet hayalleri,insan tipleri aklından geçip gerçeğe dönüşecekti.Şiddet tüm vücudundaydı, artık geri dönüşü yoktu.Sabah erken saatlerde bitirmiş olduğu cinayet hayallerini tatbik için gidiyordu şimdi…
Cinayet yeri : Florya tren istasyonu
Cinayet saati : Cuma sabahı
… Elleri titriyor,gözleri onun gelmesini bekliyordu. Biliyordu geliş saatini uzun zaman takip etmişti ta ki reddedilinceye kadar…Terk edilmenin bedelini masum bir kızdan öteye çıkaracaktı.Gözlerini kan bürümüştü… Tüm bedenini şiddet kaplamıştı…Florya tren istasyonunu onun hatırına kana bulayacaktı..Vakit gelmişti…Cuma sabahı…
Eli tetikte gözleri masum bir kuaför kızda.Etraf kalabalık… Zaman Cuma sabahı…Bir duraklama cinayet zanlısında...Gözlerinde yaş yüreğinde ince bir sızı. Son bir bakış atıyor masum kuaför kıza. Aklına gelen tek cümle : “iyi akşamlar”… Gözlerini kapatıyor gözyaşları yüreğine damlıyor. Bütün kuşlar havalanıyor bütün sema kurşun sesi ile irkiliyor bir Cuma sabahı… İnsanlar ölüyor,çocuklar ölüyor,koca çınarlar ölüyor ve masum bir kuaför kız hayata veda ediyor…
Kimse bilmiyor cinayet sahibini,hiçbir fani bilmiyor yerini,hiçbir insan görmüyor kurşun yerlerini…
Kendine göre temizlenmekti amacı.Tertemizdi artık ; hayata veda edebilecek kadar tertemiz…
Gazeteler tam sayfa haber veriyor : “Florya tren istasyonunda katliam.Toplam 13 kişinin katili yakalanamadı.Cinayet sebebi hala araştırılıyor.
1 genç kız, 3 erkek çocuk ve orta yaşta 9 insanın ölmesine sebep olan katil nerde?Hiçbir insanın görmediği katil neyin peşinde?Bu kadar profosyenel olmayı nasıl başardı?Henüz katliamı üstlenen örgüt olmadı.Emniyet ekipleri aramalarına devam ediyor” diye. Başka bir gazete şöyle diyor: “Cinayetten öte cinayetin yapıldığı saat gayet manidar.Bir Cuma sabahı…Bir Perşembe akşamının ertesi günü… Ölen şahıslardan sadece birinin genç bir kız olması da göz ardı edilemez.Buradan tüm psikologlara sesleniyoruz. Katilin kişisel özelliklerini lütfen yazıya dökün.”

Aradan saniyelere böldüğü geceler geçiyor. Aradan vicdan mesabesinde dakikalar geçiyor. Aradan yıllar ötesi yıllar geçiyor. Evinin köşesinde kulakları uğulduyor. Çığlıklar duyuyor her gece.Masum gözler görüyor her yerde.Masum kuaför kızın son bakışı kalıyor geride.Son tebessümü kalıyor aklında kuaför kızın.Artık daha da ikilemler içinde kalıyor yarınını düşünmeyen cani. Hayatı ikiye bölüyor : “ Dört duvar arasında uzun yıllar ya da iki metrelik bir çukur” diyor.
…Fazla beklemenin anlamı yok diye fısıldıyor yüreğine.Kendi ölümünü seçiyor.İki metrelik zifiri karanlığı seçiyor.Ölümüne sevdiği masum kuaför kızın yanını seçiyor.Son sözlerinde “elveda” diyor ey hayat “elveda” diyor “ey yaşam!”…

…Evinin en dar köşesinde ölü bulunuyor yarınını düşünemeyen sevdalı.Tek dileği var elinde bir kağıtta yazılı: “Beni masum kuaför kızın yanına gömün.”

Gözlerinde yaş var dostun.Yüreği acı dolu.Artık yanında kimse yok. Sokaklarda yapayalnız yürümenin acısını duyuyor sadık dost. Sadık dost son görevini yerine getiriyor.Kucaklıyor dostunu aldırmıyor kanlara… Aldırmıyor gözyaşlarına, kucaklıyor… Son görevini yerine getiriyor. Masum kuaför kızın yanına onun yerini hazırlıyor…
Gömüyor dostunu toprağa. Toprağı gözyaşlarıyla ıslatıyor ; yeniden hayat bulsun dostu diye.Toprağın altında bir dost … Toprağın üstünde bir dost… Mezar taşına “bir sevdalının yeri” yazıyor tırnakları ile dost.
Giden bir dostun hikayesi bu…
Kocaman sevdasının ötelere bakması ile sonuçlanan hali…
Bir sevdalının gözlerini kan bürümesi ve yüreğini sevda kaplaması hali bu…
“Aşk mahkumuna ne diyet gerekir ne de kısas” fetvasına o masum kuaför kız için “kısas” diyor.
Elveda ey dost! Elveda ey dost! Elveda ey dost!

22 Temmuz 08
MFA

5 Kasım 2009 Perşembe

mfa/ SİLİK FOTOĞRAF


I.
Süzülüşte ruhum en dipsiz kuyulara
İçi boş gümüşte barınıyor hayatım
Aramaya koyulmuş nur kentini
Sızışta bedenim
Hakikatin babından ilk kovuluş

II.
Acı dolu limana yaslanmış
Silik fotoğraftayım
Kalbime saplanan çapanın
Tanrısal anlamında
Paslanmış yuvasında sürünüyorum

III.
Akıbetim muttakilerden mi ey Rabbim!
Ağır bir kalemle gönlüme hükmet.

MUHAMMED f. Aydın
5 Kasım 2009

23 Ekim 2009 Cuma

mfa/ AŞK ŞİİRLERİ- HASRET






I.
Harama bulandı gözlerim
Yoktu ruhum
İrin tutsadı kanımdan
Yoktu ruhum
Siyaha çaldı nur tenim
Yoktu ruhum…

II.
Fırtınadaki süveydanın gözleri
Karamsarlığa uzanan el
Bir avucun içinde kalbin çarpışı
Hasretin kıvılcımından
Yağmurun düşüşünden sonra özlüyorum

İnce bir sızı gece
Dumana boğulan hayal
Işığın gölgesinde resim
Sevginin gerçeğinden
Mehtabın yansımasından sonra özlüyorum

Duyulmuyor geçmişin çığlığı
Anlık bir hayata razı
Tendeki dudakların sıcaklığı
Her kapıdan girişinden
İlk bakışından sonra özlüyorum

Aşk makamında yaşam
Deniz kabuğuna gizli koku
Sol yanımda
O ürperen gözler
Geceden sonra özlüyorum

Nedenlerin içi karanlık kuyu
Konuşmadan yaşanan aşk
Kokuna yaslı bedenim
Gitme demenden
Her dokunuşundan sonra özlüyorum

Mağrur nefse galip
Utangaç hal
Yere inen bakış
İlk parmak aralığından
Son busenden sonra özlüyorum

Fena tuttu yüreğimi
Darmadağın evimin her köşesi
Hayatımın beklenti sabahı
Kocaman aşkıma kapımda sarmaşık büyüyor
Kırmızı gülden
Her nefesimden sonra özlüyorum

Aşkın hecesizliği koynumda
Senin olmadığın gecelere
Her dem yutkunuşum ismine
Hasretin ardından
Yağmurun düşüşünden sonra özlüyorum seni

MUHAMMED f. aydın
Ağustos 09

19 Ekim 2009 Pazartesi

mfa / AŞK ŞİİRLERİ- NEFRET


Tanımsızlığa bulaşan hikâyem bu
Cübbemin nakşına aldanıp
Dünyaya meyledişimin cezası
Arayışta iken boşluğa düşüşümün resmi

Ulu bir hatanın eşiğinde
Bir de
Nefretin doruğunda
Yalancı bir çift gözün esiriyim

Güzel ile çirkinin hayatına benzedi
Karıştı kıyafetler
Rolleri değişti yaşamım.
Asıllar yok oldu
Kandı saflığı arayan alıksız aklım
En dibinde yaşamın
Zirvesinde nefretin soluğum.

Çizgilerimin en derin hali yok oldu
Dinlenmede ruhum şimdilerde
Belki de
Acıların itirafına boyun eğip
Yalın bir yalanın kabuğunda
Kaderimde saklıyorum sırrımı.

13 Ekim 09
Mfa

16 Ekim 2009 Cuma

Demedim mi?






Oraya gitme demedim mi sana,
seni yalnız ben tanırım demedim mi?
Demedim mi bu yokluk yurdunda hayat çeşmesi ben'im?

Bir gün kızsan bana,
alsan başını,
yüz bin yıllık yere gitsen,
dönüp kavuşacağın yer ben'im demedim mi?

Demedim mi şu görünene razı olma,
demedim mi sana yaraşır otağı kuran ben'im asıl,
onu süsleyen, bezeyen ben'im demedim mi?

Ben bir denizim demedim mi sana?
Sen bir balıksın demedim mi?
Demedim mi o kuru yerlere gitme sakın,
senin duru denizin ben'im demedim mi?

Kuşlar gibi tuzağa gitme demedim mi?
Demedim mi senin uçmanı sağlayan ben'im,
senin kolun kanadın ben'im demedim mi?

Demedim mi yolunu vururlar senin,
demedim mi soğuturlar seni.
Oysa senin ateşin ben'im,
sıcaklığın ben'im demedim mi?

Türlü şeyler derler sana demedim mi?
Kötü huylar edinirsin demedim mi?
Ölmezlik kaynağını kaybedersin demedim mi?
Yani beni kaybedersin demedim mi?

Söyle, bunları sana hep demedim mi?

Mevlana Celaleddin Rumi

13 Ekim 2009 Salı

mfa/ BUHRAN


Bilmiyorum diye başladım hep hayata. Ne gariptir ki; bilmediğimi dile getirdikçe bilme eylemi ortaya çıktı. Yedi bahara rağmen kışı sevdim hep. Saklanmayı gizlenmeyi arzuladıkça bahara itti bembeyaz kar taneleri. Her taneyi beyaz bir melek taşırmış Rahmani edeple. Ne hoş yaşamayı Rahmani tarzda anlamak. Tutuklu kaldım kelimelerde; her şeye her hayata anlam katmak istedim. Çözümsüz insanları tanımak ve onlarla diyalog kurmaktı anlayışım. Anlayışsız bir toplumda yaşayıp; anlamayı anlama çabaları içinde olmak, bir tezat da olsa yapılmalıydı bu eylem. Karar verme düşü ne garip insanda! Bir yanar bir söner misali… İçimizdeki fırtınadan olsa gerek. Dinginlik yok ve inanç doyumu haliyle yok. Tanınmazlara itimat verilmiyor. Riskten mi korkuluyor nedir? Ahlak ilkelerinin askıya alındığı bir dönemde neden bilinenlere itimat edeyim ki? Korku dolu her yer, her beden, her bakış ve her düşünce. Ne hazin! Burhanlar dururken buhara aman etmek. Dediği gibi şairin hani; yoksa güzel insanlar güzel atlara binip de mi gittiler ?!
Ah şu takıntılar ve ya takıntılı dolu insanlar! Neden rahat yaşayamıyoruz ki! Bizler, özgürlüğü; sınırları zorlayıp yıkmak sanıyoruz. Heyhat! Kurallar içinde özgürce yaşamak varken nedir bu hezeyan?
Kaldırımları dahi eleştiren bizler! Çiçekten bihaber olup da çiçek gibi olmaya kalkan bizler! Adaletten dem vurup adil olamayan kimler?
Geçmişi ve bugünü anlamayıp nasıl olur da geleceğin peşine düşeriz.? Derler ki ; “Oğul! Adımlarına dikkat et. Geçmişini unutma, geleceğini hesaba katmadan bugünü yaşama. Ve dengeler dünyasında yaşadığını asla unutma.”
Unutmaya ayarlanmış bir toplumda unutmamak…
Rabbim bizleri unutmak ile imtihan etme.!
MFA/ NİSAN 2009

9 Ekim 2009 Cuma

mfa/ BİTİM SARNICI









Darağacında lambanın gölgesi
Ulur köpekler ezan sesine
Kaybolur boşlukta çocuklar
Kalbimin sesi kitap yapraklarında
Gerçek kepenklerin ucunda

Titrer dalga dalga bulutlar heyulada
Sis çantası yol ayrımındaki işareti
Kızıl saçlarında saklı esrarı tılsımın
Ötelerden haber gelmezken kalbime
Bir çocuğun avuçlarında buldum huzuru…

Surlar ülkesinde gezindim de durdum
Bir burçta saklıymış ilhamın kaynağı
Tutsak kaldığımda bir zindanda
Anladım ki
Ay vakti burada bitmezmiş

Şimdi tan vaktidir alacakaranlığa gebe hayat
Nur yüzlü bir atanın çehresinde parmaklar
Mostar köprüsünün orta yıkımında
Ağlar bir ceylan yavrusunun ardından
Bir daha akar mı Fırat çağlar mı Dicle…

Kocaman çığın altında yıkılmadan seslen bana bilge şair
Bir şehir düşünmüyorum andan uzak
Ağıtlar yükselirken semaya dindirmeli hüznü
Bilge şair! doru atını sürmeden sarnıçlara
Toy nefsimi bitiminden önce arındır…

MUHAMMED f. aydın / 31 Temmuz 09

2 Ekim 2009 Cuma

mfa/ cenazem

Yaşamı ve ölümü yaratan Rabbimin adı ile…

Bir an öldüğümü düşünmeliydim
Yaşamım da ölümüm de anlam dolu olmalıydı
Kendi cenazemi hayal etmeliydim
Yaşarken ölmek olmalıydı amacım

Tüm insanlığa çağrı yapılıyordu “Ebediyete giden biri var” diye. Musalla taşında iki metrelik bir tahtanın içinde. Sesler var uğultuya dönen. Sesler var uğultuya…Tam orta noktasında; insanların ibretlik bakışları arasında ötelere yolculuğun başlıyor. İsmin söylenmiyor böyle durumlarda; sıfatlar zikrediliyor baş uğurlayıcının dudaklarında. Omuzlarda taşınıyorsun; büyük güne dek zifiri karanlığına ya da cennet aydınlığına gidiyorsun. Ayak sesleri var ve dudaklarda fatihalar…
Kabre konulmak üzere kazılmış mezarın yanında tabutun içindeyim. Her yer kapkaranlık. Sesler var dışardan gelen. Ayrılanları ebediyete uğurlamak için dillerden dökülenler var kulağıma gelen. Eller hissediyorum adını mutluluk koyduğum bembeyaz… Eller hissediyorum; adını mutluluk koyduğum bembeyaz kefenimde. Kefenimde gölgeler görüyorum; mutluluğumu alıp ötelere götürecek olan gölgeler. “Ben asıl olanım gölge değilim” Diye bağırıyorum; fakat duymuyorlar. Yumrukluyorum kefenimi, görmüyorlar. Nefesimi ötelere üflüyorum, hissetmiyorlar. Çıkar yolu yok artık ebediyete gidiyorum. Çıkar yol yok artık…
Hesabın ağırlığı çöküyor üzerime. Kalbimde bir acı hissediyorum; kaldıramadığı yüklerin acısı…
Kare kare ömrüm gözlerimin önünde. Bedenimde bir üşüme. Yaptıklarım,yapmayı göze aldıklarım ve her şey an be an göz bebeklerimde. Ne hazin… *Zarif adamın deyişiyle; “ Seçkin bir insan değilim. İsmimin baş harfleri acz tutuyor. Bağışlamanı dilerim.”
Sonra konuşmalar takılıyor kulağıma kefenime toprak atılırken… Görüp de birazcık tanıyanlar : “ Daha gencecik delikanlıydı, uzun ömürler dilerdik onda; fakat baharı kısaymış” diyorlar.
Ölümün yaşı mı olurmuş diyorum. Ha bugün ha yarın… Ebediyet beklemez ki seni…
Yakınlarım, dostlarım ve tüm sevdiklerim ise: “Sevgiliydi ve bu kadar erken gitmemeliydi.” Diyerek gözyaşlarını saklamaya çalışıyorlar.
Tüm mesele buydu işte ;“Sevgiliydi ve bu kadar erken gitmemeliydi.”
Yakalamıştım anlam ötesini ; yaşarken de ölüyken de…

Temmuz 2008
MFA

* A.Cahit Zarifoğlu

29 Ağustos 2009 Cumartesi

ŞİİR!!! / MFA






Bomboş akıl
Peltesiz düşünce
Anlamsız bakış
Sırça dudak
Dokusuz parmak
Nereye gidiyor bu şiir
Bilmekten aciz gittiği yeri
Uykunun en derin yerinde ve
Acz gibi
Zengin hayaller peşinde…


MUHAMMED f.aydın
Ağustos 09

16 Ağustos 2009 Pazar

RUMİ(RA) / ETME








Duydum ki bizi bırakmaya azmediyorsun etme
Başka bir yar başka bir dosta meylediyorsun etme

Sen yadeller dünyasında ne arıyorsun yabancı
Hangi hasta gönüllüyü kasdediyorsun etme

Çalma bizi bizden bizi gitme o ellere doğru
Çalınmış başkalarına ediyorsun etme

Ey ay felek harab olmuş alt üst olmuş senin için
Bizi öyle harab öyle alt üst ediyorsun etme

Ey makamı var ve yokun üzerinde olan kişi
Sen varlık sahasını öyle terk ediyorsun etme

Sen yüz çevirecek olsan ay kapkara olur gamdan
Ayın da evini yıkmayı kastediyorsun etme

Bizim dudağımız kurur sen kuruyacak olsan
Gözlerimizi öyle yaş dolu ediyorsun etme

Aşıklarla başa çıkacak gücün yoksa eğer
Aşka öyleyse ne diye hayret ediyorsun etme

Ey cennetin cehennemin elinde olduğu kişi
Bize cenneti öyle cehennem ediyorsun etme

Şekerliğinin içinde zehir zarar vermez bize
O zehiri o şekerle sen bir ediyorsun etme

Bizi sevindiriyorsun huzurumuz kaçar öyle
Huzurumu bozuyorsun sen mahvediyorsun etme

Harama bulaşan gözüm güzelliğinin hırsızı
Ey hırsızlığa da değen hırsızlık ediyorsun etme

İsyan et ey arkadaşım söz söyleyecek an değil
aşkın baygınlığıyla ne meşk ediyorsun etme
MEVLANA CELALEDDİN RUMİ

30 Temmuz 2009 Perşembe

MFA/ İSİMSİZ SEVGİLİ-3


Özlemek dediğimiz sancının arttığı
Kelimelerin kıyafeti olmadığı
Korkulur korkaklıktan diye söylenmeyen
Bir cümlecik itiraf sadece
Seni beni bağlayan…

Adını verdiğimde renginin
Suskunun dinip durulduğu anda
Bir tuzağın kuruntusundan çıkıp
Haykırılan bir cümlecik
Beni seni bağlayan…

Kusuru örtmedeki erdemli bakış
Farkında mı yaşamın o mahzun
Bilinmeyenleri söze dökmeyen
Vazgeçicilik ile hiç olan yürek
Seni bana bağlayan…

Nefesindeki hoşluğa uzanan kapı
Örtülmeden içeriye giren şems
Rüzgâr eserken
Her zerreye kondurulan bir buse
Beni sana bağlayan…


Ay ışığı vurdukça yakamozlar çarpıyor yüzüme
Paltomun cebinde üşüyor sensizlik
Ayyaş sorgularda yıkılıp düşüyorum
Tenim yandıkça tenine
Gözlerine üşüyorum…

Ah! Adını her andığımda
Her halimin hemhali olan sevgili
Tebessümünde kıpırdıyor hayat
Seni seninle yaşamak
Adı buğulu sevgili…

MUHAMMED f. aydın
24 Temmuz 09

26 Temmuz 2009 Pazar

MFA / İSİMSİZ SEVGİLİ-2


Giderken sen yeniden güneşin katrelerine
Gidişinin her anına kokun kaldı.

Bir renkte özlüyorum şimdi seni
Adını sen ver
Ne sarı ne mavi ne de…
Mahrem dedim hep anlatışlarına
Kimselere dile getirmezken…
Hep yanında sırnaşık bir çocuk gibi
Bir varsın bir yoksun ama…

İtelendiğinde kanatlarına kuğuların bir gramp
Bir kadın ruh hali ile yalnız istasyonda
Yalnız masada bir erkek iki eli semada
Yüreğindeki beni irdeleme hüznünde sen
Bir şımarık çocuğun peşinde koşan hükmünde ben.

Her cümleye tını salınmış isminde
Yansımasında aynanın
Gözyaşların
İlintili her gece hüzünle
Hiçbir laleye adını söylemedim.


Gidip gelmelerinin arasında karmaşıklığın hep
Dönüp bakamamak
İçinde hayat bulduğum gözlerine
Son bir tebessümünden mahrum
Yarım bırakılmış bir hayat…


Ah! Adını her andığımda
Hiçlik halimin her hali
İstemiyorum seni
Seni sonunda yaşamak
İsimsiz sevgili

MUHAMMED f. aydın
22 Temmuz 09

23 Temmuz 2009 Perşembe

İSTANBUL/DİLARAM-MFA


http://www.siirmerkezi.org/icerik/12-siiR-YAZMA-YARIsMASI-ucuNCuSu

İSTANBUL/DİLARAM

Gözlerim kapalı

Ruhum sende Dilaram

Senden ayrılık ölüme kısas gibi

Bedenim çatışmakta ruhumla;fakat

Ne fayda Dilaram sen olmadan.





Gönlümün süsü

Gönlümün bezeyicisi

Sevgilim Dilaram...





Hayal gibiydi sendeki günlerim.

Hayır! Belki de burası hayal

Gerçek olan sensin Dilaram.

Dönüş yolunda gözlerim buğulu

Aklım, kalbim ve ruhum sende.

Varolmak nedir?

Dilaram bütün cevaplar

Bütün yaşanmışlıklar sende.





"Ten, ruh oldu mu artık; şüphesiz

Bir halde bütün sırları görür." Der Mevlana

Bütün sırlarım sende Dilaram

Asla açığa çıkmayacak olan.

Tövbekar oldum senden başkasına

İki kapı arasında kalakaldım

Deraliye'de huzur buldum.

Dediler ki sırların kapısı Asitanede

Mutluluğuma boynum kıldan ince.





Gönlümün süsü

Gönlümün bezeyicisi

Sevgilim Dilaram...





Bir anne şefkati kadar rüzgarın

Güneş gönlümü okşuyor kız kulesinde

Seyrediyorum yedi tepeni Galata'da

Şafak sökmeden Eyüp'te ruhum

Asılı kalıyorum denizin ortasında

Anlamını semtlere sığdıramam

Kelimelerim yetmez Dilaram...





Antik çağın Yeni Roması

Bizansın Constantinopolisi

Doğu milletinin Faruk'u

Selçuk'un İstanbul'u

Osmanlının İslam bolu

Der ssadet Peygamberin müjdesi

Fatihin fethi.





Gönlümün süsü

Gönlümün bezeyicisi

Sevgilim İstanbul / Dilaram...

Muhammed AYDIN

16.sı düzenlenen geleneksel suçıktı şiir akşamlarında dereceye giren muhammet dostumu tebrik ediyorum.başarılarının artarak devamını diliyorum.(ömer yusuf)

16 Haziran 2009 Salı

İSİMSİZ SEVGİLİYE/MFA


İSİMSİZ
Buğulu bir hülyanın içinde kayboluyorum
Güneşin katreleri kubbelere yansırken.
Rüzgar savrulurken mehtaba doğru
Kancasında asılı kalıyor yüreğim.
Diledim en nazenin halimle
Kusursuzluğun asırlar sonrasında.

Rüyamda bengisu yüzünü gördüm
Itırname gibiydi saçların omzuma dökülürken
Sabır dediğim günlerin her birine
Tebessümünü kondurdum
Berfin halde gönlüm yıllardır
Bekliyor; geldiğinde öleceğini bile bile
Rabbim! bahşet bu güzelliği bana.

Görmeseydim seni o gün
Bakmasaydım gözlerine
İzlemeseydim senin o ışıltını
Yanmasaydı yüreğim
İsmimi anmasaydın
Uzatmasaydın elini ve ben
Bu halimle yaşamasaydım.

Ah! adını her andığımda
Ab-ı hayatım olan sevgili
İstemiyorum seni
Seni sensiz yaşamak
İsimsiz sevgili…

mfa / 8 Haziran 09

11 Haziran 2009 Perşembe

YUNUS NADİR ERASLAN/ACZ İÇİN


ACZ'i kurcaladım yüreğimi yontarak
hani senin gezdiğin
otostop caddelerinden geçtim
hani şu yalnızlığın caddelerinden...

az gittim uz gittim cadde boyu düz gittim
hani ben de seccademe davranıp
şöyle serip en kalabalığına kaldırımın
belki de dört rekât aydınlık dağıtmak için
açtım seccademi
kaldırımın alnıma en müsait yerine

hani kalabalığın uzletine
zarif bir dua üflemek gibi
nazire olsun diye adına
hani sana yakışanından olsun diye belki de
belki de adını gülümsemek için
kalabalık bir koroyla

çok sesli bir dua adadım
kırk yedi kere
adına...

NOT:http://www.zarifce.com/zarifce/giris.html ADRESİNDEN ALINTIDIR.

SEN GİDELİ SENELER OLDU, ZARİF BİR TEBESSÜM BIRAKTIN ARDINDAN, ACZİYETİMİZE BİNAEN.

27 Mayıs 2009 Çarşamba


Mayıs sayısını Necip Fazıl'a ayıran Yeni Dünya Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Mahmut Bıyıklı ile özel sayıyı ve Necip Fazıl'ı konuştuk...

Yeni Dünya Dergisi Mayıs sayısında Necip Fazıl sayısı hazırladı. Sizi bu sayıyı hazırlamaya teşvik eden temel sebep ne oldu?
Tıpkı insanlar gibi toplumların da ruhunun ve nefsinin önünde yürüyen önder ve önder taslakları vardır. Nefislerin önünde yürüyenler kanaat, ruhların önünde yürüyenler ise icraat önderleridir. Hakiki Önderler, milletlerin ortak hafızasını temsil ederek geçmişi şimdiye taşımak, dolayısıyla kahramanlık ruhunu diri tutmakla vazifelidirler. Onlar, kendilerini ve cemiyetlerini aşarak mutlak üstün ve aşkın olanda yeniden var oldukları için toplumlarını da, önce nefislerini, sonra zamanı ve mekânı aşmaya davet ederler. Onlar, "içinden çıktıkları toplumun özlem ve tutkularını dile getirirler."

Yeni Dünya Dergisi, hakikatin tarafında olmayanın "tarafsız" unvanıyla tebcil edildiği bir dünyada Hz. İbrahim'in ateşine su taşıyarak safını belli eden asil karınca gibi, gözünü hedefinden ayırmayarak icraat önderlerinin asil ve muhteşem hayat mücadelelerini derin hassasiyetli okuyucusuyla paylaşma derdinde. Bu sebeple mayıs sayımızda dergimizin ve yüreğimizin sayfalarını,

"Bize kalan aziz borç, asırlık zamanlardan;

Tarihi temizlemek sahte kahramanlardan..."

Diyerek hayat mücadelesini özetleyen, yaşayarak yazan ve yazdığını yaşayan som bir şaire, hâlis bir yüreğe, Necip Fazıl Kısakürek'e ayırdık. Zira çok sevilen az okunan bir "üstad" oluşturulması tehlikesine karşı onun daha çok okunmasına yönelik vurgu yapmak istedik. Zira milletimizin geneline sorduğumuzda en sevdiği şair yazar olarak Necip Fazıl'ı söyler ama üstadın kitaplarını eline almamış kahir ekseriyet var bu kitlenin içinde.

Necip Fazıl'ın edebiyatımız ve fikir dünyamız için öneminden bahseder misiniz?
Necip Fazıl, öncelikle, heybetli, gür sesli ve en mühimi öyle veya böyle sesini cümle hâziruna dinleten bir insan. Edebiyat ise, insanlığa söyleyecek sözü bulunan ve sesini geniş kitlelere duyurmak kaygısında olan sözcü-insanlar için verimli bir zemin! Hele edebiyatın "şiir" tarafına dokunanların sesi, daha bir "dokunaklı" oluyor. Nesirden kaçabilirsiniz, fakat şiirin hakikisinden kaçmak zordur. Sizi tatlı diliyle cezp eder ve kendisine bağlar. Hakikaten Rabbani ilham ile konuşmalarına izin verilmiş "evliya-i izamı şuara-yı benâm" olan bir irfan neslinin evlatlarıyız elhamdülillah. Bir Hz. Fuzuli'ye bakın! Haza veli ve haza şairdir! "Şiir, vahyin altında durur" derler. Bu, kendini kıyamete kadar doğrulamaya devam edecek bir sözdür. Şiir alanından gidecek olursak Üstad için, Mehmet Âkif ve Sezai Karakoç ile birlikte özerk bir üniversite diyebiliriz. Onun külliyatını özümseyerek, hazmederek okuyan bir genç, hayatın anlamını, kendisinin bu hayat ummanı içindeki yerini ve hayatına nasıl yön vereceğini rahatlıkla bulabilir. Kendisiyle, insanlarla ve Rabbiyle arasını düzeltmeyi öğrenebilir. Zaten tahsilin asıl mânâsı da bu değil mi? "Okudum yazdım deme -Çok taat kıldım deme - Eğer Hakk'ı bilmezsen - Ha bir kuru emektir"

Necip Fazıl'ın tasavvufi yönü pek konuşulmuyor. Onun zirveye yerleşmesinde Abdulhakim Hazretleri'nin etkisi nedir?
"Arz-ı vâsi ister isen Kâmilin gir kabzına - Arş u kürsîden geniştir bir velînin ayası" buyuruyor Niyazi-i Mısrî Hazretleri. İnsanın, kendi nefsini ilah edinmekten kurtulup Rabbına kul olmayı öğrenmesi önce, yine kendisi gibi bir "beşer"in kendinden üstün ve kâmil olduğunu kabûl etmesiyle başlıyor. Bir kâmil nefesin üfleyip nefsimizdeki geçici alaka bendlerini yıkması gerekiyor. Kendisiyle meşguliyetten Hak için halkla meşguliyete geçmesi gerekiyor.

Anlamak ağlamaktır
Necip Fazıl'ın eserlerinde gelenekle kurduğu irtibat hakkında neler söylemek istersiniz?
Gelenek, bedende can gibi bir şey. Onunla irtibatı olmayan insan, ruhuyla bağlantısı kesilmiş "ebter" bir hâle geliyor. Necip Fazıl, "can damarı"nı bulmuş talihli öncü bir insan. O suya kendi gayretiyle ulaşamayacak olanlar için bir hayat kaynağı konumunda eserleri. Nasıl kaplıcalara şifalı sulara gidiyoruz, sıhhat bulmak için; Üstadın eserleri de manevi bünyemizin sıhhati için daimi bir istifade kaynağı. Bizler, "Çok ağlayıp az gülünmesini emri buyuran bir peygamberin "hüzünlü" ümmetiyiz. Necip Fazıl, bize "anlamanın ağlamak olduğunu" hatırlattı yeniden.
http://www.milligazete.com.tr/haber/ustadi-cok-seviyor-az-okuyoruz-127421.htm adresinden alıntı yapılmıştır.

13 Mayıs 2009 Çarşamba

MFA/CANIM ANNEM



CANIM ANNEM
''anneler günü anısına tüm annelere"
Hayatımı kimliğine alışını resmetyeceğim anne. Sadece hasretimi ve sevgimi anlatacağım sana.
Kavuşmak nedir anne?
Üç kelime verdiler seni anlatmam için bana. Sadece üç kelime. Gözyaşı, sevgi ve hasret dediler. Hikayeni anlat deyip çekip gittiler anne. İşte anlatıyorum sana; sen çok uzaklardayken ben senin hikayeni anlatıyorum insanlara.
Dinle anne! Bak seni anlatıyorum :
Çocukken hatırladığım; senin camdan bakmalarındı. Evladım geliyor dercesine gözlerini görürdüm perdenin aralıklarından. Kapıyı açtığımda boynuma sarılır ve öpüp koklardın beni.
Beynime resmettim o anı ve sen hala o penceredesin anne. Yağmurlu bir günde şemsiyenin altında elimden tutuşun aklıma gelir. Beni okula ilk bırakışın. Ben küçük adımlarla ilerlerken senin çehrene bakar sen bana tebessüm ederdin .Ve okuldan çıkınca aynı manzara. Yağmur, şemsiye ve beni hayata bağlayan ellerin anne. Beni beklediğini biliyorum; geleceğim anne.
Büyüdükçe evladına kelimeler öğrettin. Hiç aklında çıkarma dedin ve ben hiç aklımdan çıkarmıyorum anne. Dedin ki ; “gözyaşlarını asla saklama”. Hiç saklamadım anne göz yaşlarımı. Dünyanın en kalabalık yerlerinde ağladım ve hiç saklamadım göz yaşlarımı. Uzaklara yolcu ederken evladını kulağıma bir cümle fısıldadın. Mevlana misali “ sen de en iyi olan ne ise insanlara ondan ver” dedin. Ve “Sevgini insanlardan esirgeme” diye ekledin anne. Senden uzak kalabalıklarda yaşarken insanlara hep sevgiden söz ettim. Senin cümlene cümle katıp sevgi ağacı oluşturdum anne. Her telefona sarılıp sesini duyunca “ seni seviyorum” dedim. Kapattığımda telefonlarımı ismini zikrettim hep. Ve her adımımda anne diye haykırdım.
Mesnevi dedi ki ; “sevgi teraziye sığmaz.” Senin o yüce sevgini nasıl sığdırayım terazime anne. Alem yaratılmış sevgiden; belli ki sana lütfedilmiş bu sevginin hepsi.
Gözlerimi kapatmış ruhumla seni arıyorum anne. Okuduğum her kelimede seni aradım. Yazdığım her cümleye adından harfler sığdırdım. Tut elimden sevgi deryandan bir damla daha ver bana. Muhtacım sevgine muhtacım anne. Cennet senin ayaklarına serpilirken tebessüm eder misin bana!
Sen firdevs bahçelerinde gezinirken elimden tutar mısın.!
Evladım diye bağrına basar mısın? Seni seviyorum anne.
Kavuşmak nedir anne?
Hasretin sırası şimdi. Hasrete sabrı öğüttüm, terbiyeyi sakladım içine ve o öğrettiğin her şeyi kuşatan edebi ekledim. Hani sen buluşmalarımızda “hasretine sahip çık” dedin ya annem. Hikayenin adını hasret koydum. Asla dinmeyecek olan hasret.
Anne , güneşin batışı ile karanlık çöküyor üstüme. Geceler soğuk ve yalnız geçiyor. Hasretini örtü yapıp sardım üstüme şimdilerde. Yanıyorum hasretinle anne. Bedenim musalla taşında ve sen çok uzaklardasın anne. Seni seviyorum seni çok seviyorum anne.
Seni anlatacak kelime bulamıyorum anne. Anlarsın o kocaman yüreğinle evladın gözyaşlarında seviyor seni.
Hikaye bitti anne ve sen hep başrolümdesin. Söz veriyorum sana ismini asla silmeyeceğim.
Seni seviyorum seni çok seviyorum anne.

mfa / 8 Mayıs 09

12 Mayıs 2009 Salı

5 Mayıs 2009 Salı

MUSTAFA YAKIŞIR/YİTİRİŞ DUASI


Ay hilale dönüyor usul usul ve ben yitiriyorum bu gün…Önceki günlerden fazla yitiriyorum, yarın daha fazla yitireceğim, bunu da biliyorum …Bu gün ayın bilmem kaçı ay gökte bir hurma dalı, iki büklüm orda öylece durup benim yitirişimi seyre dalmış. Bir taş atsam ne bakıyorsun ulan desem ne bakıyorsun! Hiç mi görmedin acılarına sarılıp yatmış bir adam. Hem sen hiç yitirmedin mi bir yıldızı göğünden, desem de nafile.

Yitirdiklerimi tek tek kalbime geri alabilirmiyim.Onları sev(e) mi yorum Allah’ım, Onlar ki yitirmeme, yitirmemize neden oldular. Allah’ım şah damarımdan yakın olduğunu hissettir, hissedemeyen her yanıma.Ben bunu kendi çapımda beceremiyorum,yitiriyorum sadece, paldır küldür, usul usul değil asla. Allah’ım azıcık yitirmemek diliyorum, bir gün hiç yitirmeden uyanmak ve gün sonunda hilalin dolunaya çalması… Sonra o ayla barışmak, bir tebessüm yollamak parlayan çehresine. Yitirerek Allah’ım yenik mi düşüyoruz dünyaya… Onları benden uzak tut, yalanlarından, takınıp takınıp ne çok maskelerinden… Şu, bu, marka gömleklerinden, bir iş toplantısının slayt’ından beni çıkar, beni çıkar.

Beni yitirişe mahkum etme, beni onların eline verme, bilirim sen ol dediğinde akan suya hükmün geçer. yitirişime bir dur de, beni bu hengameden uzaklara al. Bir banka hesabının karmaşasından, bir sahte kızın kollarından kurtar. Bir saklambaçta hep ben ebe olayım, hiçbir insanı görmesin bakışlarım. Ben onları olmadıkları yerde arayayım. Sadece sen gözük bana, sadece sen tut elimden, kırlarda bayırlarda… Ve şu yitirişime müdahale et ve lütfen deki: ben ancak kulum ile kalbi arasına girerim ve şimdi ey kulum senin kalbindeyim.
-ALLAHIM!
Çok teşekkür ederim.

27 Nisan 2009 Pazartesi

ÖMER YUSUF/İÇİMDESİN



nefesini yüzümde tutuyorum
gülüşünü aklımda
morarmış yüzlerini
ısıttım kaç gece_ ısıtıyorum
içimdesin-büyütüyorum seni
c.zarifoğlu

İçimdesin
Bir gece vakti;
Sana, seni anlatabilecek kelime bulamamak; ne kötü.
Bir, gece vakti.

Beynindeki hafakanlarla, bir gece vakti yatağından sıçrayıp uyandığında, ben, henüz uykunun ne demek olduğunun hesabını bile soramıyordum bu gece, kendime kendim… Sen hafakanlarından annene sığınırken, peki ben kime sığınayım bir gece vakti, bir tek ona sığınıyorum, diyorum ki Allah’ım bitir bu hezayanı mı!!! bendeki bu duyguda neyin nesidir? anlam verememenin anlamsızlığı içerisinde bocalıyor, sağa dönüyorum olmuyor, sola dönüyorum olmuyor! Allah’ım, hücrelerimle yine onu düşünmekten ne alıkoyabilir beni… Allah’ım bu nasıl bir imtihan sende iyi biliyorsun ki ben ondan uzaklaşmaya çalıştıkça tüm her şey onu çağrıştırıyor bana… bir divane aşık gibi inciniyor tüm yanım. Allah’ım bunun adı nedir; aşk mı? Tutkumu? Yok yok değil bir esaret? neye esaret? Seni esir alan ne? seni esir alan kim? ortada bir suç mu var? varsa da suçlu kim? Tabi ki ben! Ne olur beni bırak, beni bırakmış olduğun halde benı bırak geceler boyu uykularımı bırak yatağımı yorganımı bırak okuduğum kitabı bırak hiç umursamadığın halde bırak, ben üzülürüm benim için sen etrafına gülücükler saçarken sevgilinden gelen mesaja cevap verirken ben oturup beynimi peynir ekmekle kemireyim…sen rahat uyu gece hafakanlarını ben bekleyeyim. Kimse dokunmasın rüyalarına sen uyu ben senin yerine ve benim yerime uykusuzum zaten. Ama senin bundan haberin yok. Böyle bir haber ancak gece rüyalarını bölen o karabasandan da kötü olamaz ya. Ben sana sarmaş dolaş düşlerimden bahsederken sen bana küçümseyerek bak, ben senden kalbimin ritmini gizlerken sen bana hayvan de ne çıkar… sen sevinçle kurduğun sirkte benim bir maymun kadar değerim yok bir ip cambazı gibi incecik bir ipte sana ulaşmaya çalışmak ve küçük bir adamın küçük dünyasından küçük bir elma ısmarlamak sirkin sahibine. ne komik bir trajedi. Beni iplerinde alıkoy o ipi alıkoy benim ruhumdan yoksa eriyip gideceğim … Beni affet! beni gülüşlerin hatırına affet beni cüretkarsızlığım beni dünyana sarktığım beni sana olan tutkumdan ötürü affet beni istersen defet ben sen koca bir sirkin patronu ben kafesteki maymun kadarım.yada bir ip cambazı kendi boynuna asılı olan bir ip cambazı yada bir palyaço. Hüzünbaz bir palyaço.

Beni sen zehirledin!!!
Beni sen zehirledin!!!
Beni sen zehirledin!!!

12 Nisan 2009 Pazar


EY ŞAİR!
Uykudan uyan ve şimşek gibi çakan şiirlerinle bütün uyuyanları kaldır!Ölen duyguları canlandır,unutulan görevleri hatırlat.
Dikkatle bak, bir tomurcuk daha açtı, ağaçların içinde ödsu boruları genişledi, balıklar suları neşelendirdi, gök gürlemeleri duyuluyor ve kış uykusuna yatan yaratıklar bile güneşli kayaların üzerine birikiyor.
Haydi ey şair!
Sende uyan ve şimşek gibi çakan şiirlerinle insanları uyandır, ölen duyguları canlandır, unutulan görevleri hatırlat. Bununla da kalma, uyuşup kaldığın izbeden ayrıl, insanların arasına karış ve onların öbek öbek toplandıkları ağaç diplerini,tarlaları, çölleri, yemek meclislerini, sohbet halkalarını şereflendir,

insan zihinlerinden, kalblerin sokaklarından bazen bir atlı, bazen hülyalı bir aşık,bazen bir meczub,bazen bir dert kirpisi,bazen bir düş, bazen bir vaha, bazen bir yıldırım, bazen bir yumruk gibi geç. fakat hepsinde uyarıcı ol!!!

11 Nisan 2009 Cumartesi

ÖMER YUSUF CAN/ CİDDİ ŞİİR


Bir/ ciddiyet artırır yokuşları
Uzun uzun taranacak/ saç kalmamıştır dünyamda
Kısa bir eldivenden çıkmış gibi parmakların
Ellerinden belli olur der şair
Bir kadın

Bir kadın geçse/ burada erken olan ne var
Yokuşumu kaldırma! yüküm kalsın omuzlarımda
Bana/ sensizliğin çetelesini tutmak yaraşır
Yokluğunda kalbimle arsızca hesaplaşmak

Artık izlerini siler hayat
Bir bakarsın bakışların şehreyan
Bir bakarsın ortasından çatlamış güzeller/
Yusuf yüzlü bir hayalin ardından
Parmaklar elden uzaklaşmış

Belki ciddiyetde değil bende ki bu arsız yan
Yan yana durulursa boyumun kısalığı hak götüre
Artık çıkmaz olur ayaklarım yokuş yukarı
Çıkılmadan inilmezi aramak niye

Bu ciddiyet beni üzer demedim mi!

10 Nisan 2009 Cuma


İşaret Çocukları, Yedi Güzel Adam, Menziller'den sonra, yakınlarda Korku ve Yakarış adını taşıyan bir şiir kitabınız daha yayınlandı, Kitaplarınıza ilgi çekici isimler koyuyorsunuz . Bu son kitabınızın adıyla ilgili açıklama yapar mısınız?

Şiir kitaplarımın isimlerine sırayla bakarak gerçekten özel bir serüvene tanık olmak mümkün. İşaret çocukları bir bakıma işaret edilen, gösterilen, seçilen çocuklardır. Bunlarda birtakım manevi yetenekler vardır. Bunlar büyürler "Güzel adam" olurlar. "Yedi Güzel Adam" başlıklı kitap ve içinde yer alan şiirler, bu güzel adamları anlatır, Fakat bunlar adeta dünyevi, maddi bir mücadele içindedirler. Evet bir mücadele içindedirler. Soylu bir davanın kavgasını yaparlar. İçlerindeki soyluluk, manevi güç bu kitapta daha çok irilik, adele kuvveti, şecaat şeklinde belirginleşir. Öfkeli adamlardır bunlar. İri gövdelerine, rüzgarlı başlarına rağmen ipince bir yürekleri vardır. Hassastırlar. Aşık olurlar. Sevgilileri, anlatılan bu atmosfer içerisinde biraz belirsizdir. İyi gören gözler bu şiirleri okuduğunda sevgilinin zaman zaman bir kadın zamansa manevi bir özellik olduğunu görür. Davadır sevilen. Uğruna mücadele edilen şey: İslami bir öz. Ama henüz yola koyulmamıştırlar. Bir anlamda kabukta seyrederler. Ve işte bu "Yedi Güzel Adam" kitabından sonra "Menziller" gelir. Bu güzel adamlar belli bir menzile doğru yola koyulurlar. Allah ve Peygamber sevgilisi, dünya ihmal edilmeden ön plana çıkmaya başlar. Ve tasavvufi algılama daha netleşir. İşte son kitabımız olan "Korku ve Yakarış" menzile doğru yol alan güzel insanların, bu müminlerin vardıkları bir makamdır. Korku ve Yakarış makamı. İslami deyimiyle "Havf ü Reca" makamı. Bütün müminler bu makamda bulunurlar. Korkarlar Allah'tan ama aynı zamanda umarlar. Beklerler. Allah'ın af ve merhametini, lütuf ve keremini beklerler. Konuşmalar .s. 90

Şiirlerinize duyulan ilgiden memnun musunuz ?

Memnunum. Daha fazlasını da beklemiyorum. Şiirimin okuyucularını tanıyorum. Vasıflı okuyucu kitlesidir bu. Yoksa, özellikle başlangıçtaki "Anlaşılmıyor" ısrarları moralimi bozabilirdi. Bu konuda bir şeye işaret etmeden geçemiyeceğim. Belki bize öykünen bazı şairler gerçekten anlamsız şiiirler yazdılar ve yazıyorlar. Onlara anlamsızlığı benimsemelerini tavsiye etmem. Zor anlaşılılıkla, zor şiirle gerçekten anlaşılmaz abuk sabuk, hatta anlamsız olsun diye zorlanmış şiirler farklı şeylerdir. Şiirin ayağı yere basmalı diyorum, şimdilerde. Şairlere, yeni yeni şiire koyulanlara anlaşılır olmalarını salık veririm. Şiirin sırrını aynı zamanda anlaşılır olmanın içinde yakalamaya çalışsınlar. Keşke ben de en başta bunu yapabilseydim. Ah bu anlaşılmak konusu ne kadar geniş ve ilgi çekici. Bir Yunus Emre olmak isterdim. Herkes anlar onun şiirini. Bir okuma yazma bilmez, eğitim görmemiş köylü de, bir velî de. Onların hepsine birşey anlatır. Görünşte, ön planda basit bir yakarış, bir arz vardır. Bunun altı ise derinde de derindir. Herkes nasibi miktarıncayı eşeler, anlar, yararlanır. Onun için bu özellik yüksek şiir gücüyle birleşince milyonlar asırlardır sevegelmişlerdir, okuyagelmişlerdir onu. Konuşmalar. s. 94

http://www.milligazete.com.tr/haber/cahit-zarifoglu-ile-yapilan-konusmalar-283.htm
adresinden alınmıştır...

SEVİNÇ / ÜSTAD


hayatın gayesi tek: sevinç... büyük ve sonsuz neş'e... fakat delinin,aptalın ve ahlaksızın ve yarı hayvanın neş'e si değil...gerçekten olgun ve ergin adamın neş'esi... belki tek damlası, okyanuslar kadar ağlanmadan ele geçemeyecek neş'e...

(paskal), geçirdiği fikir buhranının zehirli kıskacı içinde bütün sahte tesellilerini kaybederken şuna benzer bir çığlık koparmıştı:

- şevk,allahım,neş'e; gerçek, saf ve ulvi sevinç!

(paskal)ın görür gibi olduğu ilahi sevincin hakikatini yine bizim mutasavvıflarda bulabilirsiniz. ve o tükenmez sevinç kaynağının ismini de, binbir tarafa çizebilecek bir iştikak giriftliği içinde koymuşlardır: safa, saf, saffet, tasavvuf...

sevinmek, ah ne güzel şey!

sabaha karşı bir horoz ötüşü,uzaklarda üçbeş damlalık bir piyano sesi, güneş, dünya, renk, ışık; ve sevinç!

Beraber düşünen iki kişi, beraber kanat çırpan iki kuş ve sevinç!

Tüten baca, zıplayan çocuk, dönen değirmen, helezonlaşan fikir, plana giren vatan; ve sevinç...

Yaz geldi, sevinç; yaz gitti sevinç; ölüm var, sevinç;ölümsüzlük var, sevinç!

Beterini düşünmek, sevinç.af ve rahmet hazinesini fikretmek, sevinç!

ve nihayet ilk ve son müjde:

-Allah var, sevinin!

fakat...

fakat insanlık yıllardır öyle bir zift ve karanlık ikliminde yüzüyor ki, en geniş ve sonsuz manasıyla sevinmeyeimkan kalmıyor!

sevinç, Allahım,sevinç; teker teker üstün ve gerçek sebeplere bağlı saf, ulvi ve ilahi sevinç!

Bütün şehrin, bütün vatanın, bütün dünyanın çatılarında kasırga koparacak bir nida kuvvetiyle şu müjdenin, şu basitlerin en basit ve giriftlerin en girifti olan müjdenin sevinci:

-ALLAH VAR, SEVİNİN!!!

31 Mart 2009 Salı

ÖMERİN GÜNCESİ ÜÇ


Ömer dededen kalma bastonunu alıp yüreğindeki kara kargaları kovalamaya çıktı bu sabah. İç cebinden çıkardığı çakısı ile bir sapan yaptı kendine. Yüreğinin patikasında misketleri ile oynamaya koyuldu. Bir kertenkeleye selam vedi dere kenarında abdest aldı öğle namazını kıldı bir çam serinliğinde. Bir kozalak düştü yüreğine sapanını bir serçeye kaptırdı dededen kalma değneğini bir ejderha yutuverdi.
Ömer yüreğinin patikasında evine doğru koşmaya başladı korkuyla. Evine döndüğünde mevsim değişmitii. Kargalar yüreğini tarumar etti gökten bir taş indi ömerin yüreğine, serçeye serzenişte bulundu teybe kaydettiği acılarını dinledi kendi sesinden.
Gel zaman git zaman ömer dedesinin yaşına geldi. Yamalı acılarını üzerine çekip önüne kattığı tecrübeleri ile göçe koyuldu. Bir matara,bir çift eldiven, bir somun ekmek, bir teyp, bir avuç misket ve bir çakı ile çıktı yola. İkiyüzlülüğün olmadığı kargaların konmadığı ejderhaların rüyaları bölmediği bir ülkeye yol aldı. geride bıraktığı tek mirası okunmuş kitaplarıydı. Ağaçlara asılı bıraktı hayatını. Yüreğinden en güzel çiçeği koparan bahçıvanın işine son vermesi için yaradana dilekçe yazdı. Hayat şimdi bir kara kışın ortasında diz boyu acılarla sürekli bir yenilgiyle yol buluyor ömerin hayatında.

18 Mart 2009 Çarşamba


KAOS
Ne kaldı ki kelimelere dökecek
Her şey alt üst işte
Tınısına kaptırmış yol alıyoruz
Nereye gittiğimizi bilip de
Umursamadan hem de.
Biteviye didinip duruyor beşeriyet
Unutuşla hayatı evirip çevirip
Aniden akla gelen
“Bugün yaratıcı için ne yaptın?”sorusuna
Dudak bükerek cevap veriyor yaratılan.
Hadi sen de bir şeyler söyle masum çocuk
Nereye gidiyor bu denli kalabalık ve
Bu denli mutsuz insanlık?

Değişim diye inleyen sözde ulular
Hangi değişiklikten bahsederler ki?
Sahnelerin loş ışığında kadeh kaldıranlar,
Yoksa diyalogdan bahseden Romalılar,
Uzak diyarlara giden simyacılar,
Ya da birilerine ithafen hikaye uyduranlar mı?
Kimler,neden ve nasıl değişmeyi umarlar ki?
Hadi bir şeyler söyle masum çocuk
Kendine kaçmanın sırası mı?
Daha vakit varken dudak bükme naçar.

devamı...

15 Mart 2009 Pazar


Ömerin güncesi ;

Ömer sessiz bir güne gürültüyle başlar. Haykırır içini dolduran isyanlarla. Bir tavaya iki yumurta kırar. Sonra oturup acılarını sardığı sigarasından dünyaları içine çeker. Ömer bugün havanın kapalı olmasına aldırmaz. Şemsiyesini alır çıkar kalabalıklar ortasına, bir simitçiden simit alır , güvercinlere bir anne gibi paylaştırır o tek simidi. Ömer bir dilenciye cebindeki son parasını verir, ondan arta kalan gülümsemeyle devam eder yoluna. Ömerin bu gün canı sıkkındır, havadan mıdır acaba? hiç sanmam! içinde depreşen bir şeyler vardır, kendisine anlatamadığı, sürekli dört nala kendisinden kaçırdığı bir şeyler. Ömer bir yetimin başını okşar, bir yaşlının koluna girer. Evine bir aşk götürür, yağmur çiseler gökyüzünden, ömer şemsiyesini bir gence verir. Yoldan geçenlere çarpmamak için yolun en kıyısından duvarlara sürtünürerek yürür nerdeyse bu sürtünmeden acıları alev alacaktır. Ömer bitap düşer oturur bir köşeye, mavi bir gökyüzü düşler. Aşkını çıkartır iç cebinden, çetelesini tutar yalnızlığın. Hesap yapar, kitap yapar bir türlü denk getiremez evdeki hesabı çarşıya. Ömer kalbinden çok uzaklaşmıştır bugün, evinden çok uzaklaşmıştır. Köşede bir sızı sarar ömeri yağmurla beraber gözyaşlarıyla ıslatmaya başlar kaldırımları. Düşünür, payına düşen yalnızlığın ağırlığını, omuzları çöker, oturduğu yerden kalkamaz olur. Vakit hayli ilerlemiştir bir ihtiyar yanaşır ömere, evlat der evlat! kalk kendine gel her şey bir sanrıdan ibaret, o kız bir sanrı, o arkadaş bir sanrı, o acıların bir sanrı, o yumurtaların bir sanrı, o yağmur bir sanrı, ömer kalk halk bir sanrı. Hadi ömer kendine gel böyle bir köşede yitip gitmemelisin, daha ödenecek faturaların var, daha okuyacak kitapların daha ağlayacak acıların var ömer. Daha unutman gereken biri var. Kalk ömer burada böyle eli kolu bağlı oturamazsın.

Ömer hadi kalk artık öğlen oldu.
Ömer uyanır yüzüne vuran güneşe gülümser.
Ve iç cebinden bir tutam tebessüm dökülür
Yüreğinde kocaman bir hiçle
Günaydın der sadece kendisine.

13 Mart 2009 Cuma


tarık tufan/film bitiyor, tükeniyorsunuz

Bir film izler gibi izliyorsunuz hayatı. Dışarıdan ve telaşsız. Olup biten hiçbir şey sizi etkilemeyecekmiş gibi. Bir film izler gibi olaylara bakıp, sonra hiçbir şey olmamış gibi çekip gideceksiniz dostlarınızın yanına. Akşamüstlerinde topladığınız evlerde, konuşacak konularınız olacak böylece mezelerin arasında. İkiyüzlü sohbetlerin arasında tüketilecek başkalarının ölümü.

Siz hep başkalarının ölümlerini konuşacaksınız. Bir gece yarısı asfalta düşmüş bir adamın hikayesini içeceksiniz birlikte. Bir otelin tuvaletinde kolunda şırınga ve bileklerine kan sızarken gazete fotoğraflarına düşmüş bir kızın hikayesi zenginleştirecek kokteyl sohbetlerimizi.

Acı hep başkalarının hayatına düşecek ve siz hep mutluluğu oynayacaksınız. Bir sabah çıkıp da bir daha gelmeyen çocuklar, başkalarının çocukları olacak. Sizin çocuklarınızın hangi barda sabahladığını nasılsa öğreneceksiniz. Kaybolan çocuğunu kalabalık bir caddenin ortasında, elinde taşıdığı resimle arayan anne asla dünyanıza giremeyecek. Sürüklenirken caddenin ortasında o kadınlar siz yine bir film karesini izlermişçesine bakacaksınız, sonra süslü vitrinlere kayacak bakışlarınız. Siz oğullarınızı hiçbir zaman elektrik direğine asılan fotokopi kağıtlarla aramayacaksınız.
devamı...

5 Mart 2009 Perşembe


Aysun için

Satranç dersleri ;

Önce beyazlar başlar oyuna siyahlar hep ikinci plandadır. Piyonlar kadar değersiz bulursun hayatını. Onlar yenilmek için vardır. Şahlarını korumak için savaşırlar. Kendilerine yaşama hakkı veren şahları içindir her şey. İşte bizde bir satranç tahtası üzerinde sürekli savaşırız hayatla, sevdiklerimizi koruyabilmek adına. Onların kılına zarar gelmesin yeter ki, yenik düşmek umurumuzda bile olmaz yeter ki onlar yaşasın. Yeni bir devlet kursunlar kendilerine. Eğer bu oyunda yenilirsek misketlerimizi kaybedercesine hınçlanırız. Oturup ağlamak için kocaman bir bahanemiz olur. Asla değildir yolun sonunda şah olma isteğimiz, biz sıradan basit birer bireyizdir. Yenileceğimizi bile bile atılırız meydana onlar için onlar. Sonra anlarız ki şahımız, hayatımız, yaşama anlamımız bizi bir yeniçeri yapmış yalnızca ölmek için var olan birer yeniçeri. O yüzden hep yenilmişizdir asla almazlar bizi yanlarına sevdiklerini söylerler fakat kendilerini bizden çok severler. onların sevgisi de yalandan ibarettir ama biz bilerek her şeyi fedakarlığımıza toz kondurmadan savaşırız hayatla. Yenik düştüğümüzde geride kalanları merak ederek, hiç merak edilmeden saf dışı ediliriz. Her şeye yeniden başlamak için gücümüz yoktur. Bir kere yara aldığımızda bir daha toparlanmaya yeltenmeyiz gücümüz olmaz bir köşeye siner çaresizliğimizi seyre dalarız. Üzerimize gök taşları düşer aldırmayız. Aklımız hep geride kalanlardadır ya yenilirsek ya yok olup gidersek ya içimizde ki bu sevgide biterse. Yeryüzünde başka insan yokmuşçasına adanmışlıkla sahip çıkarız geride kalanlara. Sonra senin gibi onlarca piyon senin onu sevdiğin kadar bizde seviyoruz dediklerini duyarsın, bir bakarsın ki onlarda senin yanına düşerler tek tek. Sonunda hepimiz aynı torbanın içinde bir sonra ki oyunda rolümüzü oynamak için yerlerimizi alırız. oyun biter hayata kaybetmişizdir. Hayatı kaybetmişizdir. Şahımızı, hayata anlam katanımızı kaybetmişizdir.

Ve sonunda
Hayat bize seslenir usulca
Şah
Ve mat…

1 Mart 2009 Pazar

AYRILIK YAZITLARI/MUSTAFA KÖZ


I.
Neden sonra

Söyleyin ona bir daha geçmesin kapımdan
düşünmesin örtük mü pencerem, sıkı mı perdem
kurumuş mu sümbül soğanı, boşluk ve fesleğen.

Kırıldı yumurta, uçtu balkondaki güvercin.

II.

İki yastıkta

Birlikte kocayalım, diyordun
birlikte buruşsun ellerimiz ayağımız
bir mezarda dolansın kemiklerimiz
bal kabına düşmüş arılar gibiydik
seni inciten diken, incitirdi beni de
sen benim kuşumsun, diyordun
sarıasmam, bir kuşum, fluryam
iki ömre bir yastık yeter, diyordun
şimdiyse yastık basıyor hallaçlar
kuştüyünden, senin ve benim için.